16. Bölüm: Kamelya
- melisasamatt
- 18 Eyl
- 14 dakikada okunur
Bölüm Şarkısı: Beyaz ve Güzel -KAOL
“Sen beni bırak
Ben seni bırakacak değilim”
Bir adım, iki adım ve ardından üçüncü adım. Derin derin nefes sesleri, sarsak adımlar, boğuk seslenişler… Ortalık mahşer alanıydı. Adımlarım zayıf, kalbim kan içindeydi. Sanki bir okyanustaydım, ne kadar yüzeye çıkmak istersem isteyeyim dibe batıyordum. Ciğerlerime su doluyordu. Gözlerim sudan dolayı yanıyor, önüm bulanıklaşıyordu. Denizin maviliği güzel gelmiyordu artık. Aksine, korkutucuydu. O berrak mavilik siyahlaşıyordu gittikçe. Bilincim gidip geliyordu ancak bu hızla dibe batmama engel değildi. Ellerim boğazıma sarıldı. Nefes almak istercesine sıktı. Kimse dur, yapma diyip çekemedi ellerimi tenimden. Bir o yapabilirdi çünkü. Kulaklarım bir ona sağır değildi.
“Loya yapma n’olursun.”
“Bırak!” Feryadım bembeyaz duvarlara çarpıp bana geri döndü. Bu hırçın, acılarla bezeli ses sahiden bana mı aitti? “Bırak! Ben göreceğim onu.” Zaman ne kadar da kıymetliydi. Bir an vardık, oysa sadece bir saniye… Bir saniye sonra yok olabiliyorduk bu acımasız dünyadan. Sevdiklerimizin hep yanımızda olacağı yanılgısına sahiptik, oysa hayat bu kadar merhametli olmamıştı hiçbir zaman. Biz aldanmıştık, inanmak istemiştik belki de. İnanmak istemiştim. Onun hiç gitmeyeceğine, yanı başımda olacağına çok inanmak istemiştim ve inanmıştım da. Hayatın darbesi ise ağır gelmişti bedenime, kalbime. Kaldıramamıştım.
Adımlarım sendeleye sendeleye ölüm sessizliğine bulanmış koridorda ilerledi. Canım çok yanıyordu. Bedenim iflas etmek üzereydi. Yine de yılmadım. Onu görene kadar vazgeçmeyecektim. Son kez de olsa sarılmak istiyordum. Görmek istiyordum o güzel yüzünü. Şimdi ise buradaydım. Bembeyaz kapının önünde ruhum bedenimi terk etmiş bir hâlde boş gözlerle kapıya bakıyordum. Ardında sevdiğim vardı. Âşık olduğum adam artık soğuk bir odaya hapisti.
“Emin misiniz?” Tanımadığım bir sesti işittiğim. Bakışlarımı ona çevirmedim, yalnızca başımı salladım kendimden emin bir şekilde. Çok engel olmaya çalışmışlardı. Onu görmeyeyim, bir kez daha ölmeyeyim diye çok çabalamışlardı ama nafileydi. Onu görmeden, yanında olmadan göndermezdim hiçbir yere. O bu kadar acı çekmişken, onu yine yalnız bırakamazdım. Adam kapıyı araladı. Üzerimdeki hastane kıyafetinin açık bıraktığı tenim üşüdü. Ölüm soğukluğuyla ikinci kez burun burunaydım. İçeri geçmem için kenara çekildi. Kalbimdeki sancı arttı. Bu bile beni yıldırmaya yetmedi. Bir adım, iki adım, üç adım… İçerideydim. Demir kapıların bulunduğu odada yalnız başımaydım. Adam ilerledi, demir kapakçıklardan birinin kapısını araladı. Ellerim titredi. İçerisinden siyah bir poşet gözüktü önce. Ardından uzun beden tamamen dışarı çıktı. Alt kattaki kapakçıklardan birine hapsetmişlerdi onu. Üzerindeki siyah kılıfın fermuarı açıldı. Pürüzsüz beyaz teni, dağılmış, ışığı sönmüş sarı saçları, neredeyse mor olmuş dudakları…
Elim dudaklarıma kapandı. Acının kol gezdiği bir inleme firar etti dudaklarımın arasından. Nöbette bekleyen gözyaşlarım sicim sicim aktı yanaklarıma doğru. Nefeslerim sıklaştı. Dizlerim titredi.
“Akyel?” Bir adım attım ona doğru. Boşta kalan elim yumruk hâline geldi. Tırnaklarım tenime öyle sert battı ki, hissettiğim o acı yaşadığımın kanıtıydı. Hissetmiş miydi şimdi canımın acıdığını? Şaka olsaydı… Keşke koca bir şaka olsaydı. Biraz ağlardım, kızardım ama kocaman sarılırdım ona. Bir daha bırakmazcasına kollarımın arasına hapsederdim bedenini.
“Sen… Hani bırakmayacaktın beni? Hani… biz…” Kelimelerim kifayetsizdi. Cümle kurma yetimi kaybetmiştim. Zihnim bulanıktı. Akyel’le geçirdiğimiz her anı aklımda dönüyordu. Nefes almaya çalıştım. Görüntüsünü aklıma kazımak ister gibi dakikalarca yüzünü inceledim. Adımlarım benden bağımsız biraz daha ilerledi. Demir tezgâhın üzerine çıktım. Bedenimi soğumuş tenine doğru iliştirdim. Kollarımı bedenine sardım, başımı boynuna gömdüm. Kokusu hâlâ aynıydı. Teninin kokusu henüz ayrılmamıştı bedeninden. “Akyel,” diye mırıldandım çatallı çıkan sesimle. “N’olur gitme.” Gözyaşlarım onun tenine damladı. “N’olur sen de bırakma beni… Yalvarırım gitme.” Bir cevap vermedi, ben de bir cevap vermedim. Sessizce gözyaşlarımı akıttım, defalarca kez tenini öptüm. Sonrası ise karanlıktı. Gözlerim ağır ağır kapandı. Bilincim beni terk ederken başım onun omuzuna yaslandı.
Anlamsız bir huzur sardı bedenimi oysa kalbimin ağrısı vücudumu titretecek türdendi. Kapının kırılırcasına açıldığını işittim. İsmimi haykıranlar, bedenimi Akyel’den ayıranlar, kulağıma ilişen bir sürü boğuk ses… Akyel’in elini sıkı sıkıya tutan elim ayrıldı. Oysa ben onun da benim elimi tuttuğunu hissettim. Parmaklarımız birbirinden ayrılırken son dokunuş ondan gelmişti. Gözlerimi aralayıp haykırmak istedim. “Ölmedi o, ölemez!” diye bağırmak istedim. Aksine, tek yapabildiğim kendimi karanlığa teslim etmek oldu.
Kaderime teslim olmak kaçınılmazdı.
Asil
“Berkan ne oluyor?” Korkudan yüksek çıkan sesim koridorda yankılandı. Sedyede ölü gibi yatan bedendeydi gözlerim. Yutkunamadım, boğazımdaki yumru gitmedi oradan. “Bir şey söyle yalvarırım!” Koşar adım peşinden ilerliyordum. O ise ciddi bir ifadeyle hızlıca sedyeyi ilerletiyordu.
“Ameliyata alacağız.” dedi keskin bir tınıda. “Son noktaya geldik Asil.” Bakışları saniyelik beni buldu. “Çıkmaz sokak.” Nefesim daraldı. Dağılmış hissediyordum kendimi. Darmadumandım. Yalnızca ben de değildim üstelik, hepimiz savrulmuştuk. Sanki bir rüzgâr esmişti, peşinden fırtınayı getirmişti. Biz ise oradan oraya acıyla savrulan yapraklardık.
“O ölemez Berkan.” İşittiğim bu sert tını bana bile yabancıydı. “Duydun mu? O ölemez! Yaşaması lazım, daha çok genç.” Öyleydi. Biz daha çok gençtik. Şimdi yaşadıklarımız da neyin nesiydi? Tüm bunlar ne demek oluyordu?
“Elimden geleni yapacağım, Asil.” dedi Berkan ameliyathanenin önüne geldiğimiz sırada. “Uzun ve meşakkatli bir operasyon olacak. Risk oldukça yüksek, bunu bil.” Bir şey dememi beklemeden onun için açılan kapıdan içeri girdi. Kapılar saniyeler sonra kapanırken omuzlarım çökmüş, bedenim hareket kabiliyetini yitirmiş bir şekilde kapının önünde kalakaldım. Birkaç adım geriledim. Bakışlarım kırmızı renkte büyük harflerle yazan “AMELİYATHANE” yazısında dolandı uzun uzun. Başımı iki yana salladım. Biz nasıl bu hâle gelmiştik? Bizi kim bu hâle getirmişti? Akyel’i kim yıkmıştı mesela? Kim almıştı kardeşimin canını? Kimdi bu kadar canımızı yakan?
Sahi… Canını almışlardı, değil mi? Nefesim sıkıştı yeniden. Gözlerim ağır ağır doldu. Kapının yanındaki beyaz duvara sırtımı yasladım. Bedenimde hissettiğim yorgunluk ve tükenmişlik hat safhadaydı. Bacaklarım vücudumu daha fazla ayakta tutamadı. Titreyen dudaklarımla sırtım yavaş yavaş aşağıya doğru kaydı. Kalçam soğuk mermere temas etti, bedenim yere bir çuval misali yayıldı. Ellerim sarı saçlarımın arasına karıştı. Gerçeklikten kopmadığımdan emin olmak için sertçe çekiştirdim. Vücuduma yayılan acıyı hissettim. Yaşıyordum ancak gerçekliği hâlâ kavrayabilmiş değildim.
“Asil?” Gözlerimi sımsıkı yumdum. Oysa dudaklarımdan kaçan hıçkırığı engelleyememiştim. Tok adım sesleri iyice yaklaştı. Yanımda bir beden daha yer edindi. Oturur oturmaz kolları bedenime sarıldı, beni sinesine çekti. “Ağla,” dedi titreyen sesiyle. “İçine atma, tutma. İstediğin kadar ağla.” Ellerim göğsüne yaslandı. Üzerine giydiği tişörtün kumaşı yumruklarıma hapsoldu. Gözyaşlarım ise ondan emir almışçasına hızlandı. Ağlamam sesli bir hâl aldı. İnleye inleye ağladım kolları arasında. O ise hiçbir şey demedi. Benimle birlikte ağladı. Gözyaşları saçlarıma karıştı, oradan boynuma damladı. İkimizin de hıçkırıkları koridorda yankılanıyordu.
“Deniz,” dedim hıçkırıklarımın arasından. Avucumdaki kumaşı daha da sıktım. Başım boynuna daha çok gömüldü. “Benim çok canım yanıyor.” Bir hıçkırık da onun dudakları arasından firar etti. Ellerinden biri saçlarıma çıktı. Beni sakinleştirmek istercesine daha da yasladı kendine, saçlarımı okşadı.
“Biliyorum.” dedi çatallı sesiyle. Birkaç saniye durakladı, nefeslendi. “Benim de çok yanıyor, Asil. Nefes alamıyorum.” Göğsüne yasladığım ellerimden birini tuttu. Tenimi okşadı. “Burası çok ağrıyor.” Elimi kalbine daha çok yasladım. Acısını geçirmek istercesine bastırdım. Yıllarca birbirimizi yıkmış, birbirimizin kalbini kırmıştık. Oysa ölümlü dünyada yaşadığımızı unutmuştuk. Akyel’i aramızdan alan, Loya’yı Akyel’siz bırakan bir dünya vardı. Hayatlarımız bir pamuk ipliğine bağlıydı. Biz ise bunun kıymetini bilmiyorduk. Hâlâ büyümeyen o beş yaşındaki çocuklardık. Birbirimizi kırmanın, canını acıtmanın sevgi olduğunu sanıyorduk. Oysa sevgi acıtmazdı, sevgi iyileştirirdi.
“Özür dilerim.” diye mırıldandım boğuk sesimle. Başımı hafifçe geriye çektim. Mavi harelerim onun koyu mavilerinde yer edindi. Kızarmış gözleriyle anlamazcasına baktı. “Seni kırdığım, üzdüğüm her saniye için çok özür dilerim.” Bakışları yumuşadı. Gözleri daha çok dolduğunda elimin üzerindeki eli yanağıma tırmandı. Gözyaşlarından ıslanmış tenimi sevdi sakince. Okşadı, ıslaklığı kuruladı. Harelerine derin bir şefkat yerleşti.
“Özür dilerim.” dedi boğuk bir tınıda. “Gözyaşlarının sebebi olduğum için.” Dudakları sol gözümün altına uzandı. Tüy kadar hafif bir öpücük kondurdu. “Kalbini kırdığım için.” Yüzümdeki dudakları boynuma kaydı, şah damarımın tam üzerinde durdu. Nemli bir öpücük bahşetti tenime. “Seni yaktığım, yıktığım, canını acıttığım her an için özür dilerim, Asil.” Bu sefer dudakları alnımı buldu. Koklayarak öptü. Öpücükleri kasılan vücudumu gevşetti. Gözyaşlarım onun dokunuşlarıyla durdu. İkimizin de dudaklarında buruk bir tebessüm yer edindi. Kollarımı boynuna sararak bedenimi bedenine hapsettim. Onun kolları da belimi sardı sıkı sıkı. Kalplerimiz birleşti. İkimiz de tüm bu kaosun ortasında ilk defa nefes aldığımızı hissettik. Ruhumuz acı içinde kavruluyordu ama bir saniye için bile olsa kalbimde hissettiğim bu huzur iyi gelmişti.
Ne kadar öyle durmuştuk bilmiyordum. Gözlerim duyduğum seslerle aralandı. Başım Deniz’in boyun girintisine gizliydi. Görüş alanım kısıtlıydı ancak kimin geldiğini anlamıştım. Pars ve Uzay’ın sesleri geliyordu.
İkisi de yanımıza doğru adımladı. Tam karşımızdaki duvara sırtlarını yaslayarak yere çöktüler. Pars’ın gözleri kıpkırmızıydı. Koyu kahvelerinin feri gitmişti. Her zaman özenle yaptığı saçları darmadağındı. Derin bir sessizliğe gömülmüş, acısı içinde boğuluyordu. Bacaklarını öne doğru uzattı. Elleri kucağına düştü, başı arkasındaki duvara yaslandı. Ademelması yukarı aşağı haraket etti. Belki de defalarca yutkundu. O an anlamıştım, boğazımdaki o yumru, onda da vardı. Harelerim Uzay’a kaydı. Koyu mavi hareleri yeri seyredalmıştı. Üstündeki mavi tişört buruş buruştu, saçları da bu dağınıklıktan nasibini almıştı. Dizlerini kırmış, kollarını etrafına sarmıştı. Dış dünyaya karşı bir duvar örmeye çalışmıştı belki de. Başını eğdi aşağıya doğru. Gözlerinden birkaç yaş damladı, tişörtünü lekeledi.
“Aksel nerede?” diye sordu Deniz hâlâ kısık çıkan sesiyle. Pars yerinden kımıldamadan gözlerini bembeyaz floresanlarla bezeli tavana çevirdi. Gözleri kısıldı, acıdığına emindim. Ama inatla çekmedi harelerini oradan.
“Sakinleştirici verdiler.” diye mırıldandı ruhsuz bir tınıda. Gözlerimi sıkı sıkı yumdum tekrar. Aksel… İkizini, bu dünyaya birlikte geldiği eşini kaybetmişti. Canı nasıl yanıyordu kim bilir. “Uyutuyorlar.”
“Ne oldu lan bize?” Uzay’ın çatallı tınısı dikkatleri üzerine çekti. Kıpkırmızı gözleri ve mor gözaltlarıyla baktı hepimize. Derince yutkundu. Gözlerini kaçırdı. “Aramızdan biri, küçüklüğümüzden beri omuz omuza büyüdüğümüz… kardeşimiz. Nasıl? Aklım almıyor lan nasıl, nasıl?”
“Sen biliyordun,” dedi Pars araya girerek. Tavana sabitlediği gözleri Deniz’in koyu mavilerine yöneldi. Birkaç saniye duraksadı, ardından dudakları yeniden aralandı. “Sen biliyordun. Ne derdi olduğunu biliyordun, değil mi?” Deniz’in yutkundu. Aklına ne geldiyse gözlerini kaçırdı, başını eğdi. “Sana anlatmıştı, değil mi?” Pars sorularını yinelerken Deniz’in gözlerinde gördüğüm suçluluk duygusu kalbimi acıttı. Onun bir suçu yoktu. Akyel’in en yakın arkadaşıydı, ona anlatmış olabilirdi elbette. Ama bir insan bu dünyayı terk etmek istiyorsa, onu durduramazdı. Çünkü o insan, her şeyden vazgeçmiş, kaybedecek hiçbir şeyi olmayan biri olurdu. Bu dünyadaki en tehlikeli insanlar vazgeçenlerdi. Onları yaşama geri döndüremezdiniz.
“Pars,” dedim sorduğu soruların altındaki imayı sezerek. Kaşlarım çatıldı, bu hareketimle başımın ağrısı daha da arttı. “Neyi ima ettiğini anlıyorum ama pişman olmadan önce söyleyeceğin sözleri kendine saklasan iyi edersin.” Koyu harelerindeki öfkeyle karışık acısı bana yöneldi bu sefer. Keskin bakışları birkaç dakika öylece üzerimde dolandı ancak dediğime uydu, ağzını bile açmadı o saniyeden sonra. Haklı olduğumu biliyordu ve şu an sadece bir suçlu arıyordu. Oysa bu durumda hiçbirimizin suçu yoktu.
Başımı yeniden Deniz’in omuzuna yasladım. Kollarım beline dolandı, başı başıma yaslandı. Gözlerimi kapadım. Başımın ağrısı şiddetini sürdürürken sadece gözlerim kapalı öylece yattım omuzunda. Derince iç çektim. Keşke çocukluğumuza geri dönebilseydik. Hepimizin mutlu olduğu o masum çocuklar olabilseydik. Ne Akyel o soğuk odada hapsolurdu ne de Loya’nın kalbi pes ederdi.
★ ★ ★
“Ne işiniz var sizin burada?” Daldığım huzursuz uykudan kulağıma gelen boğuk seslerle uyanmıştım. En son Deniz’in omuzunda, hastanenin duvarına yaslı bir hâlde uyuyakaldığımı hatırlıyordum. Sırtımda derin bir sızı hissettim. Yüzüm buruştu. Evet, sanırım hâlâ aynı yerdeydik. “Ne işiniz var dedim!” Aksel’in gür çıkan sesiyle harelerim onu buldu. Deniz yanımda değildi, önündeki insanların üzerine gitmeye çalışan Aksel’i durdurmaya çalışıyordu.
“Oğlum,” Hızla ayaklandım. Şimdi anlaşılmıştı, Salih Kıran buradaydı. Pars ve Uzay da Deniz’in yanında, Aksel’i tutmaya çalışıyorlardı. Bitkin vücuduma aldanmadan hızla ilerledim yanlarına doğru.
“Deme!” diye haykırdı babasının yüzüne karşı. Yüzü kıpkırmızıydı, gözlerindeki öfke elle tutuluyordu adeta. Deniz ve Pars onu kolundan tutuyor, Uzay da önünü kapatıyordu. Onların bu çabasını içim acıyarak izledim. Aksel’in zaten üzerlerine yürüyecek hâli yoktu, ayakta bile duramıyordu. “Deme bana oğlum falan!” Bir adım atmaya yeltendi öne doğru. “Ben oğlun değilim senin!” Oğlum kelimesini öyle tiksinircesine söylemişti ki, onun bu söylemi karşısındaki adamı sarsmaya yetmişti.
“Aksel,” Salih Kıran’ın ardından gelen yumuşak sesle birlikte bakışlarım saçları açık, yüzü bembeyaz olmuş kadını buldu. Uzun zamandır görmüyordum onu ancak yıllar ona iyi davranmıştı. Hâlâ çocukluğumuzdaki gibi güzeldi.
“Hele sen!” dedi Aksel bu sefer zehirli oklarını ona yönelterek. Sağ elinin işaret parmağını ona doğrulttu. “Sen hiç konuşma. Senin gibi bir annem yok benim!” Lalin Teyze’nin gözleri yavaş yavaş doldu. Kurumuş olduğu belli gözyaşları yeniden ıslattı yanağını. Oğlunu kaybetmişti, oysa onun oğlu yıllardır kayıptı, bir kez bile aramamıştı. “Nasıl yalnız bırakırsın onu? Nasıl ikimiz için de savaşmazsın?” Cümleler dudaklarından inleye inleye döküldü. Acısı öyle büyüktü ki, vücudunun her bir zerresinde hissediyordu, buna emindim. “Siz ruhumu çaldınız benden.” Kıpkırmızı gözlerinden akan yaşlar yanaklarından süzüldü, boynunu ıslattı. “Siz benim kardeşimi benden çaldınız.” Lalin Teyze gözlerini sıkıca yumup arkasını döndü. Salih Kıran ise çökük omuzlarıyla öylece dinledi oğlunu. Hiçbir şey söylemedi, inkâr etmedi. Yaşlı gözlerindeki pişmanlığını taşıdı sadece.
“Kardeşim,” dedi Deniz ılımlı çıkardığı sesiyle. “Gel biraz sakinleş, haydi.” Aksel ilk defa itiraz etmedi. Bedeni fazlasıyla yorgundu. Bunu görebiliyordum. Pars ve Deniz’in koluna girmesiyle ancak ayakta duruyordu. Onlar ameliyathanenin önündeki koltuklara yönelirken gözlerim ameliyathanenin kapısına takıldı. Saatler olmuştu. Loya’dan tek bir haber dahi yoktu. İçeriden kimse çıkmamıştı. Derince iç çektim. Akyel’in yokluğu kalbimi paramparça ederken en yakın arkadaşım canıyla cebelleşiyordu. Bu nasıl bir gündü böyle? Bu nasıl bir geceydi?
“Asil, çok yorgunsun kalma ayakta.” Başım soluma doğru döndü. Deniz’in endişeli bakışları benim üzerimdeydi. “Zor duruyorsun zaten.” dedi koluma girerek. Beni boş koltuklardan birine doğru ilerletti. Birkaç saat önceki hâline nazaran kendini toparlamış görünüyordu. Yavaşça koltuğa oturdum. O ise oturmadan önümde diz çöktü.
“Bir şeyler yemek ister misin? Saatlerdir bir şey yemedin.” Başımı iki yana salladım. Ağzımdaki kurulukla yutkundum. Aç olduğumu bile hissetmiyordum. “Olmaz öyle.” dedi dizlerimi okşadığı sırada. “Kantinden bir şeyler alacağım.” Dudaklarım tam itiraz etmek için aralanıyordu ki, benden önce davrandı. “İtiraz istemiyorum.” Nefeslendim. Ne ona itiraz edecek ne de karşı koyacak gücüm vardı. Bir şey dememe karşılık ayaklandı. Yanımdan ayrılmadan hemen önce ise saçlarıma derin bir öpücük kondurdu. Mavilerim onu izledi. Uzay’la konuştuktan sonra Aksel’i Pars’a emanet ederek kantine gitmek üzere merdivenlere yöneldiler. Lalin Teyze ve Salih Kıran ise gitmişti. Neredelerdi, bilmiyordum.
Bakışlarım Aksel’e değdi. Ruhsuz ve bitkin vücudu öylece duruyordu koltukta. Bakışları yere sabitlenmişti. Harelerindeki acı ise hâlâ bakiydi. İyi görünmüyordu, hiçbirimiz iyi değildik. Üzerine giydiği siyah kollu tişörtün açıkta bıraktığı kollarına kaydı bakışlarım. Dirsek içleri morarmıştı. İğneyle aldığı serumlar ve sakinleştirici ilaçlar tenini morartmıştı.
“Biri kardeşim, ruhumun diğer yarısı, ağabeyim, ailem…” Dudakları aralandı. Yeşil hareleri hâlâ yerdeydi. “Biri en yakın arkadaşım, dostum, sırdaşım, ablam, kız kardeşim…” Gözleri hafif hafif doldu. Bakışlarını yerden çekti, kıpkırmızı gözleri gözlerime saplandı. “Onu da kaybedersem ben ne yapacağım? O da giderse benden…” Sertçe yutkundu. Düşüncesi bile Aksel’i öyle derinden sarstı ki, vücudu titredi. “Daha kendini affettirecekti Akyel. Daha… birlikte yaşayacakları çok anı vardı.” Derince nefeslendi. Dudakları mührünü bozmuştu. Lâl olan dilinin konuşmaya ihtiyacı vardı. Onu durdurmadım, dudaklarından dökülen her bir kelimeyi dikkatlice dinledim. “Daha birlikte yaşayacağımız yüzlerce anı varken… Niye böyle oldu?”
“Aksel,” diye mırıldandım ayaklandığım sırada. Koltuğa çökmüş bedeninin önünde diz çöktüm. Ellerim dizlerine yaslandı. “Yapma böyle.” Aksel’in gözlerindeki acı ona kollarımı sarıp tüm her şeyden koruma arzumu filizlendiriyordu. “Çok zor, biliyorum. Hatta zor az kalır. Bizden daha çok kanıyorsun, görüyorum. Ama n’olur bırakma kendini.” Başımı eğdim, benden kaçırdığı gözleri mavilerimi buldu. “Akyel de seni böyle görmek istemezdi.” İkna etmek istercesine dizini pat patladım. “Sen bundan daha güçlüsün.” Gözyaşları bir an olsun durmadı. Yavaşça doğruldum. Pars bana yer vermek için kenara kaydığında Aksel’in bedeni kollarımın arasına girdi. Saçlarını okşadım hafif hafif. İçimdeki şefkat duygusu biraz olsun içimi ısıttı. Aksel’e iyi gelmek o an için tek gayemdi. O benim küçük kardeşimdi. Her ne kadar benden bir yaş büyük olsa da bir çocuk kalbi taşıyordu içinde. Onun yıkılmasına izin veremezdim.
“İyileşeceğiz.” dedim hem kendimi hem de onu ikna etmek istercesine. “Birlikte iyileşeceğiz.” Aksel’in kolları belime daha çok sarıldı. Saatlerce kollarımda küçük bir çocuk gibi ağladı. Akyel’i istedi, annesini, babasını, Loya’yı… Ama hiç biri gelmedi. Yalnızlığın darbesi onu en kötü gününde vurdu.
Yazar
Aksel’in kaybı, Pars’ın öfkesi, Uzay’ın sessizliği, Deniz’in güçlü durma çabası, Asil’in şefkati, Loya’nın yaşam mücadelesi… Hastane koridorları yaşadıkları acının tek şahidiydi. Her biri yönünü kaybetmiş, kalplerine yerleşen boşluk hissiyle savaşıyordu. Ancak savaşın tek cephesi onlar değildi. Karşı tarafta hareketlenmeler vardı. Kıran Malikânesi’nde Hâle Kıran’ın çığlıkları yankılanıyordu.
“Ne demek öldü?” diye haykırdı karşısındaki iri bedene doğru. Genç adam ifadesiz bir yüz ifadesiyle genç kadının delirmesini izliyordu. Omuzları dikti. Pişmanlık veyahut bir hüzün belirtisi göstermiyordu. Boşluk hissediyordu sadece. Çaresizce kapana kıstırdığı avını sonunda avlamıştı. Bu bir zafer bile olabilirdi onun için. “Sen ne halt ediyordun o sırada Demir!” Alev alev yanan koyu hareleri oğlunu buldu. Planını kusursuz yaptı sanıyordu ancak Akyel bir açık bulmuştu, ölüm onun kaçışı olmuştu. “Hani takip ediyordun her hareketini?”
“Ben bebek bakıcısı değilim.” dedi Demir keskin bir tınıda. Sert yüz hatlarında bir hareketlenme olmadı. Sakinlikle baktı karşısındaki delirmek üzere olan kadına. “Onun korkak olması beni ilgilendirmiyor.”
“Tam kapana kıstırmıştım!” Hâle’nin yakarışı Demir’in alayla gülümsemesine neden oldu. “Tam bana muhtaç kalmıştı!”
“İntihar etme sebebi de bu ya Hâle.” Dedi, anne demeye gerek duymayarak. Aralarında anne oğul ilişkisi olmamıştı hiçbir zaman. Demir, Hâle’nin bir çalışanından farksızdı. Kirli işlerinin hepsini onun üzerinden yaptırıp kendini korumaya alırdı. Bu durum, Hâle’nin Akyel takıntısı başladığından beri böyleydi. O genç adamı elde etmek için yapmadığı şey kalmamıştı. Sonunda ise eli boş dönmüştü, Akyel onunla olmaktansa ölmeyi tercih etmişti. “O seni hiçbir zaman sevmedi, istemedi. Sen onun en büyük kâbusuydun ve o bu kâbusla daha fazla baş edemedi.” Bir adım attı karşısındaki kadına doğru. Kadının gözleri öfkeden kızardı, sert bakışlarını karşısında dimdik duran oğluna yöneltti. “Yani bu senin eserin. Senin esaretin aldı onu bu dünyadan. Karşıma geçip aşkından ölüyormuş gibi ağlaman yalnızca bir zavallılık göstergesi.” Sert cümlelerini ardı ardına sıralarken durmadı. Dudakları son bir kez yeniden aralandı. “Zaten sen de zavallının tekisin.” dedi tükürürcesine. “Kendinden kaç yaş küçük çocuğa âşık olan basit birisin.”
“Kes sesini!” diye bağırdı oğluna doğru. Eline ilk gelen bibloyu ona doğru fırlattı ancak isabet etmek şöyle dursun yakınından bile geçmedi. “Seni de öldürürüm, duydun mu?” Demir onun dediklerine aldırmadı. Hâle’nin canını yakacak tüm cümleleri bu gece o kilit vurduğu dudaklarından savruldu. Bu gece onun için susmak yoktu. Akyel ölmüştü, tüm planlar da onunla birlikte o toprağın altına gömülmüştü.
“Sen bana hiçbir şey yapamazsın.” dedi sert bir tınıda. Kadının kolunu kavradı sıkıca. “Sen bana bir bok yapamazsın. Planında beni vezir yapan sensin. Beni Loya’yı kendime âşık edeyim diye bu plana dahil ettin. Artık Akyel yok, sayende önümde hiçbir engel kalmadı.” Hâle’nin şaşkın bakışları oğlunun bu başkaldırışına karşıydı. O hiçbir zaman başkaldırmamıştı ona, meydan okumamıştı. Şimdi ise karşısında gördüğü bu genç adamın gözlerinde gördüğü, aynada kendi gözlerinde olan iblis parıltılarıydı. “Yani demem o ki, Hâle Kıran,” Yüzünü yüzüne biraz daha yaklaştırdı. Tehlikeli gülümsemesi dudaklarında yer edindi. “Artık bu benim oyunum… Kontrol bende.” Avucu arasında sıktığı kolunu savurur gibi fırlattı. Kadın, dolu dolu olan gözleri eşliğinde kolunu kavradı. Acıyan tenini ovuşturdu.
“Seni ben yarattım.” dedi onun tüm zehirli sözlerine karşılık. “Olduğun canavar benim eserim. Vezir oldun diye şahı ezip geçemezsin.” Histerik bir kahkaha peyda oldu genç adamın dudakları arasından.
“İzle beni.” Kendinden emin tınısı son sözlerine eşlik ederken arkasını döndü. Sert adımlarla evin kapısına yöneldi. Siyah demir kapıyı araladı, ardından açık bıraktı. Hâle ise o gözden kaybolana kadar arkasından izledi. Kendi yarattığı canavar ona savaş açmıştı. Artık savaşta iki cephe yoktu. Üçüncü cephe açılmıştı. Hâle’nin yarattığı iblis artık savaşta başı çekiyordu.
★ ★ ★
Asil
Saatler birbirini kovalamıştı. Loya’yı beklediğim her bir saniye içimizdeki umut ışığı biraz daha sönüyordu. O tanıdığım en güçlü kadındı ama kalbi öylesine zayıftı ki, Akyel’in kaybına dayanamamıştı. Tek dileğim savaşmayı bırakmamasıydı. Çünkü onun savaşmayı bırakması demek hepimizin yönünü kaybetmesi demekti. Bu sefer bulunamayacağımız kadar kaybolacaktık bu dünyada.
“Ağabey bu nasıl bir ameliyat?” diye hayıflandı Pars neredeyse sekizinci saati devirdiğimiz sırada. “Ne zaman çıkacak bu kız içeriden?”
“Sanki eğlenmeye gitmiş gibi konuşma Pars.” dedi Uzay yorgun bir tınıda. Kafasını yasladığı duvardan ayırmadan gözlerini Pars’a çevirdi. “Canıyla cebelleşiyor içeride.”
“Hepiniz biraz sakin olun.” Araya girip gergin havayı dağıtmaktı niyetim ama tüm bakışların hedefi ben olmuştum bir anda. Aksel’in dolu gözleri bir saniye olsun çekilmemişti ameliyathane kapısından. Loya’nın ölümünden en çok o korkuyordu. Akyel’i kaybettikten sonra Loya’nın da bizden gidişi en çok onu dağıtırdı, biliyordum. “Hepimiz fazlasıyla gerginiz ama lütfen birbirinize çıkışmayın.” Pars dudaklarını yeniden aralayacağı sırada saatlerdir açılmasını beklediğimiz kapı bir anda açıldı. Berkan kapıdan göründü. Hızla ayağa kalkıp ona doğru ilerledim. Benimle birlikte Aksel de ayağa fırlamış, sarsak adımlarla Berkan’a doğru ilerlemişti.
“Berkan durumu nasıl?” diye sordu Deniz hepimiz adına. Karşımda gördüğüm adamın omuzları öyle çöküktü ki, içimde kötü bir his baş gösterdi. Gözleri dolu doluydu, kıpkırmızı gözlerini görmememiz için kaçırdı bizden.
“Berkan,” dedim titrek bir tınıda. Birkaç adım daha ilerledim ona doğru. Tam önünde durdum. Başı eğildi ancak gözleri gözlerimle çarpışmaktan kaçamadı. “Ne olursun,” Başımı iki yana salladım. “Ne olursun kötü bir şey deme.”
“Ameliyat,” diye başladı sözlerine. “Ameliyatta bazı komplikasyonlar oluştu.” Kalbim göğüs kafesimi dövercesine atmaya başladı. “Biz elimizden geleni yaptık. Ancak son zamanlarda yaşadığı stres, üzüntü, Akyel’in kaybı… Hepsi üst üste gelince vücudu çok yorgundu.” Derin bir nefes çekti içine tekrardan.
“Uzatma Berkan.” Aksel’in kısık sesini işittik hepimiz. Bakışlarım korka korka ona döndü. Gözbebeklerine kadar titriyordu. “Direkt söyle.” Berkan’ın hareleri Aksel’i izledi bir süre. Onun bitkin ve tükenmiş hâlini görmek derince yutkunmasına sebep oldu. Deniz, Aksel’in yanındaydı. Vücudunu ayakta tutuyordu.
“Vücudu kendini kapattı.” dedi bir çırpıda. “Komaya girdi. Biz ilaçlarını vermeye devam edeceğiz. Bir süre yoğun bakımda misafirimiz olacak. Gerisi Loya’ya kalmış. Bizim şu an yapabileceğimiz tek şey beklemek.” Duraksadı. Başını iki yana salladı. “Maalesef elimizden gelen tek şey bu.” O an hepimiz için dünya tersine dönmeye başladı. Zaman yavaşladı, hatta belki de durdu. Akyel’in ölümünü daha sindirememişken Loya’nın uyanıp uyanmayacağı bile belli olmayan bir uykuya daldığını öğrenmiştik. Loya’yla geçirdiğimiz her an zihnimde dolandı, durdu. Ne de çok hayali vardı öyle. Şimdi ne olmuştu? Uyanır mıydı? Geri döner miydi bize?
“Uyanacak.” dedi Deniz bir anda. Koyu mavi harelerini hepimizin üzerinde gezdirdi. Bakışları, hepimizi kendimize getirmek için sertti. “Aklınızdan aksi bir şey sakın geçirmeyin. O çok güçlü bir kadın. Hep öyleydi.” Başımı salladım. Doğruydu. O çok güçlü bir kadındı ancak yorgundu. Ailesini de çok özlemişti. Ama umarım bizden gitmezdi. Her şeye inat kalıp savaşırdı.
Ona güveniyordum. Benim arkadaşım o yataktan kalkacaktı çünkü ölüm ona hiç yakışmazdı.
Bölüm sonu.
Demir ve Hâle yüzleşmesi?
Aksel'in Akyel'in ölümünden sonraki hâli peki...
Bundan sonra ne olacak, bir fikriniz var mı?
Yeni bölümde yani pazartesi günü görüşürüz, o zamana kadar kendinize cici bakın <3
instagram: melsaligera




3 ay komada kalıcak gibi geliyor
Kiyamamm
Akselimm yaa çok üzüldüm
Hale hakketti her şeyi
Demirden korkuyorum
Akyelimm nerdesiin