2. Bölüm: Celladın Pelerini
- melisasamatt
- 22 Ağu
- 13 dakikada okunur
Hiç beklenmedik sürprizlerle doluydu hayat. Kimisi insanı ölümüne mutlu ederken kimisi de canından can alırdı insanın. Mutlu olmayı yeğlerdim. Hayatın bana getirdiği bu armağana deli gibi gülmek isterdim, kahkaha atmak hatta belki de çığlık çığlığa karşılamak… Ama olmadı. Bunların hiçbiri gerçekleşmedi çünkü bu sürpriz insanı güldürmüyor, içten içe öldürüyordu.
Gözlerimi yavaşça araladım. Tavandaki floresanların keskin ışığı araladığım kısımdan gözümü acıtırken yeniden sıkı sıkıya yumdum gözlerimi. Sonra tekrardan denedim. Gözlerimi en sonunda kırpıştırarak açtığımda görüş açıma ilk giren şey beyaz tavan olmuştu. Hastanedeydim.
“Kızım!” Annemin endişeli sesini işittim. Hemen ardından da gözleri gözlerime değdi. “Bebeğim.” Gözleri ağlamaktan kıpkırmızıydı. Kumral saçlarını topladığı at kuyruğundan tel tel saçlar çıkmıştı. Gözleri şişti, berbat hâldeydi. Onu bu hâle getirdiğim için kendime kızdım.
“Nasılsın bir tanem? Nasıl hissediyorsun kendini?” Boğazımdaki kuruluğu gidermek istercesine yutkundum.
“İyiyim.” dedim çatallaşmış sesimle. Annem hemen yanımdaki komodine uzandı. Su şişesini titreyen elleriyle açıp bir elini başımın altına koydu. Ona yardımcı olmak adına başımı kaldırdım. Su şişesi dudaklarımla buluştu, hemen ardından ağzıma dolan su, boğazımdan inerek rahatlatıcı hissi beraberinde getirmişti. Birkaç yudum aldıktan sonra kafamı geri çekerek yeniden yastığa koydum. Bakışlarım odada gezindi. Yatağımın hemen yanında bir sandalye vardı. Annemin oturduğunu tahmin ediyordum. Sandalyenin arkasında ise yeşil bir koltuk yerleştirilmişti. Koltuğun üstünde birkaç çanta duruyordu. Eşyalarım olduğunu varsayıyordum. Hasta yatağının tam karşısında ise bir televizyon bulunuyordu. Bakışlarım etrafı tararken son hatırladıklarım canlandı zihnimde. En son Korel’leydim. Onun kollarında kusmuş ve bilincimi yitirmiştim. Sonrası karanlıktı.
“Neler oldu anne?” diye sordum başımı soluma çevirdiğim sırada. Gözlerim onun yorgun yüzüyle karşılaştı. Burukça gülümseyip sandalyeyi iyice yanıma çekti ve oturdu. Bir eli elimdeyken diğer eli sarı saçlarımdaydı. Yavaşça, incitmek istemezcesine büyük bir titizlikle okşuyordu.
“Uykunda kusmaya başlamışsın.” diye başladı annem anlatmaya. “Korel seni uyandırdıktan sonra kusmaya devam etmişsin. En sonunda da yorgunluktan bayılmışsın.”
“Korel burada mı?” Kafasını iki yana salladı.
“Hayır,” dedi sessizce. “Onu eve gönderdim. Bilmesini istemeyeceğini düşündüm. Uyanınca arayacağını söyledim.”
“Neyi bilmesini istemeyeceğim anne? Neyim var benim?” Mavi gözleri yeniden doldu. Dudakları titredi. Kötü bir şeyler vardı. Bizi yıkacak, dağıtacak ve nefesimizi kesecek türdendi.
“Doktor,” diyebildi zorla. Sesi, elleri, dudakları, gözbebekleri… Her yeri baştan ayağa titriyordu. “Doktor anlatacak kızım. Birazdan burada olur.” Başımı salladım usulca. Gözleri yüzümü taradı. Öyle derin ve yoğun bakıyordu ki, bakışları altında ezildiğimi hissettim. Bu ezilme kötü bir ezilme değildi. Bir nevi burkulmaydı aslında. İçim burkuluyordu bana böyle bakmasına. Bakışları ezberlemek istercesine yüzümü turluyordu. İçten içe ne olduğunun farkındaydım ama kabullenmek istemiyordum. Hikâyemin kötü sonlu olmasını hazmedemiyordum çünkü. Böyle bitmemeliydi. Hayallerim bu şekilde yarım kalmamalıydı.
Odaya birkaç dakikalık sessizlik hakîm olmuştu fakat bu sessizlik kapının çalınmasıyla sona ermişti. Annem kısık sesiyle komut verdi kapının ardındakine. Kapı yavaşça açıldı, içeri giren ise annemin demin bahsettiği doktor olmalıydı. Yüzündeki küçük tebessümle yanıma yaklaştı.
“Merhaba Kayla,” dedi kalın sesiyle. Üstünde beyaz bir önlük vardı. Yakasından stetoskop sallanıyordu. Yüzünde ise ona büyük gelen bir gözlük takılıydı. Bu önceden geldiğimiz doktor değildi. “Ben Doktor Deniz Araz. Bu tedavi sürecinde seninle ben ilgileneceğim.” Kaşlarımı çattım.
“Tedavi mi?” Başını salladı. Dudaklarını ıslatıp ilk anneme dikti bakışlarını. Annem elimi tuttu sıkıca. İkisinin arasında geçen sessiz konuşma saniyeler alırken doktorun gözleri yeniden beni buldu.
“Kayla, biliyorum kabullenmesi kolay değil.” diyerek başladı sözlerine. Gerisini tahmin ediyordum. Kalbim kasıldı. “Ama inan, bu süreci atlatmak için elimizden geleni yapacağız.”
“Benim neyim var?” diye sordum araya girerek. Sesim kendimden beklemediğim bir şekilde kendinden emin çıkmıştı. Bu doktoru gülümsetti.
“Hastaneye getirildiğinde kan tahlillerin çıkmıştı, ardından yarın yapacağımız işlemi bugün yaptık. Midendeki kitleden bir parça alındı ve patolojiye gönderildi. İyi huylu çıkması yönünde bir umudumuz vardı ama maalesef Kayla, kistin kötü huylu çıktı.” Durakladı. Titrek bir nefes gönderdim dudaklarımın arasından.
“Bu ne demek oluyor?” Bu sorunun cevabını biliyordum ama ondan duymak istiyordum. Ancak böyle kabullenebilirdim. Sıkıntıyla soludu.
“Kanser.” dedi gözlerini gözlerimden ayırmadan. Nefesim kesildi. “Mide kanseri.” Yanımdan bir hıçkırık sesinin gelmesiyle annemin ağladığını anladım. Kendini tutamamıştı. Biliyordu kötü bir şey olduğunu ve uyandığımdan beri bu yüzden bu hâldeydi. Korel’in öğrenmesini istemediğim şey buydu. Doğru düşünmüştü, bunu öğrenmesini istemezdim.
“Tedaviye hemen başlayacağız. Kemoterapiye başlayacaksın derhal. Midendeki kitleyi ameliyatla alabileceğimiz kadar küçültmeye çalışacağız. Şu an için fazla büyük ve ameliyat edilemez durumda.”
“Peki ya küçülmezse,” diye sordum yutkunarak. “Ya diğer organlarıma da sıçrarsa, ameliyat edilemezse… O zaman ne olacak?” Titreyen sesimle sorduğum soru doktoru etkilemiş gibiydi. Birkaç saniyeliğine kaçırdı gözlerini benden. Ardından yutkunup yeniden bakışlarını yüzümde kilitledi.
“Yapılabilecek çok da bir şey yok Kayla. Kalan zamanını değerlendirmen için elimden geleni yapacağım.” Kalan zamanım… Hani daha zamanım vardı? Hayallerimin süresi buraya kadar mıydı? Peki ben hiç yaşlanamayacak mıydım? Dünyayı gezemeyecek miydim? Her şey bitmiş miydi?
“Umutsuzluğa kapılma hemen.” dedi doktor içimi okumuş gibi. “Biliyorum çok zor ama kendin ve etrafındaki sevdiklerin için dayanmaya çalış. Bir şekilde bunu atlatmaya çalışacağız.” Dediklerine ufak, neredeyse görülmeyecek, bir tebessümle karşılık verdim. Hemen ardından dudaklarım yeniden aralandı.
“Kemoterapiye ne zaman başlayacağım?”
“Bir hafta sonra.” dedi beni bekletmeden. “Sana bir hafta müddet veriyorum. Dilediğini yapabilirsin ama bir hafta sonra burada göreceğim seni. Savaşmaya hazır olarak.” Başımı salladım. Bir elim saçlarıma gitti. Gideceklerdi, değil mi benden? Yavaş yavaş dökülecek ve beni yalnız bırakacaklardı. Burukça gülümsedim. Ama saçlarımı çok severdim ben. Ne zaman çıkacaklardı geri?
“Ben sizi yalnız bırakayım. Tekrardan geçmiş olsun.” dedi doktor. Başımı kaldırıp ona bakmadım. Birkaç saniye sonra ise kapının kapanma sesi gelmişti. Annemin sessiz iç çekişleri dolduruyordu kulağımı. Gözlerim doldu. İçime titrek bir nefes çektim. Sarı saçlarımın uçlarını sevdim usulca. Bu neden benim başıma geldi, diye sorgulamayacaktım. Olan olmuştu. Hayat böyle bir sürpriz çıkartmıştı karşıma. Sorun değildi, gülümsemeye zorladım kendimi. Sevdiklerime giderken armağan olarak gülümsememi vereceğimi söylemiştim Korel’e. Öyle de yapacaktım. Eğer zamanım bu kadarsa gülümseyerek gidecektim bu dünyadan ve ardımda bıraktığım tek şey gülümsemem olacaktı.
Soğuk elimin üzerinde bir sıcaklık hissetmemle başımı sola döndürdüm. Mavilerin arasına yeşillerin serpiştiği gözlerim anneminkilerle buluştu. Gülümsedim. İçimdeki tüm kırgınlıklara, tüm acılara, tüm haykırışlara rağmen gülümsemeyi başardım. Bu onu da gülümsetti. Sıkıca tuttu elimi.
“Atlatacağız bunu biliyorsun, değil mi?” Öylesine başımı sallayarak cevap verdim ona. Daha fazla üzülmesini, erimesini istemiyordum gözlerimin önünde. “Atlatman için her şeyi yapacağım Kayla.”
“Biliyorum anne.” diye mırıldandım. “Hem bir şey yapmana da gerek yok. Yanımda olsan yeter.” Burukça gülümseyip tuttuğu elimin üstünü öptü yavaşça. İkimiz de sessizliğe gömüldüğümüzde hâlâ göz gözeydik. Biz susmuştuk ama gözlerim paylaşıyordu yaşadığımız acıyı. Bence ikimiz de biliyorduk sadece kabullenmek istemiyorduk. Kötü sonları sevmezdim, sevmezdik. İkimiz de kötü sonlu kitapları okuyamazdık mesela, veya kötü sonla biten filmleri izleyemezdik. Ardından çok etkisinde kaldığımız için bize göre değildi oysa şimdi kötü sonlu biten bir hikâyeyi kendi ellerimizle yazıyorduk.
Düşüncelerimden telefonumun çalmasıyla sıyrıldım. Komodinde duran telefonum susmak istemezcesine çalıyordu acı acı. Annem benden önce davranarak telefonu eline aldı. Arayan kişiyi tahmin edebiliyordum. Ekrana baktı, hemen ardından da bana.
“Konuşmak istiyor musun?” diye sordu tereddütle. Diyeceğim yalanı düşünüyordum. Ne yalan söyleyip de bu işin içinden sıyrılabilirdim?
“Başka şansım yok gibi duruyor.” dedim hâlâ telefonun çalmasını kastederek. Başını hafifçe sallayıp telefonu bana uzattı. Hemen ardından da ayaklandı. Soran gözlerle ona baktım.
“Kantine iniyorum. Biraz da bahçede turlarım belki. Sen konuş.” Sessiz bir onayın ardından gülümseyip odadan çıktı. Telefon bu esnada kapanmış ve yeniden çalmaya başlamıştı bile. Derin bir nefes aldım. Ona söyleyemezdim. Söylemek de istemiyordum. Bu aramıza girecek büyük bir problem olacaktı. Son zamanlarımı hastalığımı önde tutarak değil, eğlenerek geçirmek istiyordum. Son kez soluklanıp telefonun daha fazla çalmasına izin vermeden yanıtladım aramayı.
“Alo? Kayla neden açmıyorsun kaç saattir? İyi misin? Annen beni eve yolladı ama geleyim mi? Neyin var? Ciddi bir şey miymiş?” Korel susmak istemezcesine sorularını sıralarken dudaklarımı araladım.
“Sakin ol, Korel.” dedim sakince. “Hangi birini cevaplayayım?”
“Nasıl olduğunla başlayabilirsin?” Onun bu endişeli hâline gülümseyip bakışlarımı kucağımdaki elime indirdim.
“İyiyim, bir şeyim yok.”
“Nasıl yok Kayla?” dedi hiddetle. “Kollarımın arasında yığıldın kaldın. Ne kadar korktum haberin var mı?”
“Affedersin,” dedim yumuşakça. “Seni korkutmak istememiştim.” Telefonun karşı tarafından derin bir nefes alma sesi geldi.
“Özür dile diye söylemedim. Sadece çok korktum sana bir şey olacak diye. Şimdi gerçekten söyle, neyin var?” Yutkundum. Gerçekten neyim olduğunu söyleyemezdim ama eninde sonunda anlayacaktı. Saçlarım dökülmeye başlayacaktı. Onun çok sevdiği sarı saçlarım… Sonra tenim solacaktı. Sürekli kusacaktım, bayılacaktım, acı çekecektim. Bazı zamanlarım olacaktı mesela. Ölmeyi dileyecektim. Bunları ondan ne kadar saklayabilirdim ki?
“Kayla, orada mısın?”
“Buradayım.” dedim boğazımı temizleyip. “Zehirlenmişim.” Aklıma gelen en dahice fikir buydu. Ama bu bir zehirlenme vakası için fazla şiddetliydi. İnanmayacaktı.
“Sen ciddi misin?” diye sordu şüpheyle. Görmeyeceğini bile bile başımı salladım ve ekledim.
“Evet, bünyem de zayıf olduğu için fazla tepki göstermiş.” Şu an tamamen sallıyordum. Bunu bir doktora söyleseydim benimle sabaha kadar dalga geçebilirdi.
“Emin misin?”
“Sana niye yalan söyleyeyim Korel?” diye çıkıştım. Bir de şu üste çıkma çabam yok muydu öğrenmesin diye? Özür dilerim sevgilim, bunu bize yapamayacağım. Sen bunu bilmeyeceksin. Korel derin bir nefes aldı telefonun ardından.
“Pekâlâ,” dedi inanmadığını belli eden bir tınıyla. “Öyle olsun. Ne zaman çıkacaksın?”
“Bilmiyorum, serum bitince herhâlde. Ama saat geç oldu, buluşamayız bu saatte.”
“Haklısın. Sen biraz dinlen, yarın uğrarım.” Başımı salladım görmeyeceğini bile bile.
“Tamam. İyi geceler.”
“İyi geceler Papatya.” Arama sonlandırıldı. Son sarf ettiği sözcük dudaklarıma bir tebessüm bahşetti. Onun bana ithafen söylediği her şey kalbime dokunuyordu.
Başımı iyice yastığa bastırıp derin bir nefes aldım gözlerim tavandayken. Işıklar kapalıydı, ortamı aydınlatan komodinin üzerindeki gece lambasından başkası değildi. Hayatım sadece yirmi dört saat içinde değişmişti. Yaşama sevincim, hayallerim sanki alınmış gibiydi. Ne hissetmem gerektiğini bilmiyordum. Gülmeli miydim her şeye rağmen? Yoksa hâlime acımalı mıydım? Hem sevdiklerime gülüşümü hediye edeceğimi söyleyen de bendim. Soruların cevabı bu kadar zor olmamalıydı ama tüm acılara rağmen gülmek zordu. Nasıl başa çıkacağımı bilmiyordum. Sanırım yine gülümsemeye zorlayacaktım kendimi ve tüm acılarımı onun altına saklayacaktım. Böylece kimse görmeyecek ve duymayacaktı.
Gözlerim yavaş yavaş kapandı. Yorulmuştum. Dünden beri öğrendiklerim beni yormuştu. Yalnız kalmalı ve bir yol bulmalıydım kendime. Günün sonunda yine ben vardım kendi yanımda. Bu dünyaya yalnız geldiğim gibi yalnız gidecektim. Yıkılmamalı ve ayağa kalkmalıydım. Hayata iki elimle daha sıkı sarılmalıydım. Mutluluklarıma odaklanmalıydım. Hastalığı yok saymalıydım, sanki hiç olmamış gibi yapacaktım.
❊
“Tatlım, kahvaltı hazır!” Annemin seslenmesiyle birlikte yattığım yerden doğruldum. Hastaneden gecenin bir yarısı çıkmış ve evimize gelmiştik. Geldiğimiz gibi ikimiz de odalarımıza çekilmiştik. Saatlerce uyumuştuk. Annem benden önce kalkmıştı her zamanki gibi. Ben ise sadece birkaç dakika önce başlamıştım güne.
Bakışlarım komodinimin üstünde duran dijital saate kaydı. 15.30’u gösteriyordu. Neredeyse öğleden sonraya yaklaşıyorduk. Derince esneyip yorganı üstümden çektim. Ayaklarım zeminle buluştu. Zeminin soğukluğu vücudumu baştan ayağa titretirken hemen yanımda duran terlikleri geçirdim ayaklarıma. Adımlarım banyoyu buldu. Elimi yüzümü hızlıca yıkadım. Birkaç dakikanın ardından yeni rotam mutfak olmuştu.
“Günaydın bebeğim,” dedi annem yüzündeki kocaman gülümsemeyle. Bir elinde pişi tabağını tutuyordu, diğer elinde ise kızarttığı sosisler vardı.
“Günaydın.” Hazırladığı sofra gerçekten iştah açıcı gözüküyordu ancak midemdeki canavarla ne kadar yiyebileceğim meçhuldü. Birkaç saniye sonra annem elindeki çay bardaklarıyla gelip karşımdaki sandalyede yerini almıştı. Sürekli gülümsüyordu ancak bu gülümsemenin gerçek olmadığını anlamak zor değildi. Unutmak için gülümsüyordu, ben tüm acılarıma rağmen gülümsemeyi annemden öğrenmiştim.
“Hadi, soğutmadan başla.” Sessizce başımı sallayarak çatalı kavradım. Önümde duran sosis tabağından bir sosis seçerek çatalımı batırdım. Annemin kısık kısık iç çekişleri kulağıma doluyordu. Olmuyordu işte. Her ne kadar gülümsesek de acılarımız ağır basıyordu. Kahvaltı sessiz geçmişti. İkimiz de çok bir şey yemesek de gülümseyerek kalkmıştık o sofradan. Her zaman olacağı gibiydi. Acı gülümsemelerimizin konuştuğu kahvaltının ardından odama döndüm yeniden. Kapıyı aralamamla birlikte kulağıma telefonumun zil sesi gelmişti. Adımlarım hızlandı. Birkaç adımda komodinin yanında buldum kendimi. Telefonu aldım. Ekranda gördüğüm isim yabancı değildi. Dünden beri arıyordu. Ancak açacak gücü bulamıyordum kendimde. Ne diyecektim, söylediğim yalanı nasıl devam ettirecektim? Bu sorularımın cevabı yoktu, belki de onda gizliydi.
“Efendim Korel?” Beklemediğim bir anda telefonu açıp kulağıma yaklaştırdım. Derin bir iç çekti karşı hatta.
“Nasıl oldun diye merak ettim Kayla.” dedi sakince. “Nasılsın?” Omuzlarımı silktim görmeyeceğini bile bile.
“İyiyim, doktor ilaç verdi. Ayaklandım.” Yalandı. Bu yalanlar daha şimdiden başlamışken nereye kadar devam edecekti?
“Sevindim.” Durakladı. Bir şey söylemek isteyip söyleyemiyormuş gibi bir hâldeydi sanki.
“Sorun ne?” diye sordum onun suskunluğundan faydalanıp.
“Bir şey var, değil mi? Söylemiyorsun bana.” Derince yutkundum. Sırtımdan soğuk ter damlacıklarının belime doğru ilerlediğini hissediyordum.
“Yok,” Var. “Gerçekten iyiyim. Eğer emin olmak istiyorsan bize gel, buradan bir yerlere geçeriz.” Bir elim istemsiz havaya kalktı ve alnımda yer buldu kendine. Hâlim yoktu. Kendimi hem fiziksel hem de ruhsal olarak iyi hissetmiyordum ama beni görmeden inanmayacağının da bilincindeydim. Beni görene kadar durmayacak, böyle düşünmeye devam edecekti.
“Olur,” diye mırıldandı. “Bir saate kadar gelirim, uyar mı?”
“Uyar. Bir saate görüşürüz.”
“Görüşürüz.” Hızlıca telefonu kapatıp yataktan kalktım. Yatağımın sağ tarafındaki dolaba doğru ilerledim, kapılarını araladım. Gözüme ilk çarpan gri eşofman ve siyah tişörtü aldım elime. Üzerimdeki pijamaları asla çıkarmak istemiyordum, fazla rahatlardı ancak çıkarmam gerekecekti. Korel’in karşısına civcivli pijama takımımla çıkmak istemiyordum. Daha fazla ona rezil olma gibi bir planım yoktu. Pijamalarımı çıkardım uyuşuk hareketlerle. Hemen ardından altıma eşofmanı geçirip üstüme de tişörtü giydim. Tişört uzun olduğundan bir kısmını eşofmanın içine sokmuştum. Pijamalarımı katlayıp yeniden dolaba koyarken havanın sıcak olmasına karşın, akşam esintilerine maruz kalmamak adına, ince siyah hırkamı da aldım elime.
Sarsak adımlarım ve omuzumdaki bin bir yükle çıktım o odadan. Her zaman olduğu gibi dik değildi duruşum. Kamburdum. Son birkaç günde öğrendiğim her şey omuzuma binlerce yük yüklemişti. Ölümün var olduğunu hatırlatmıştı. Hayatın kısa olduğunu acı bir gerçekle çarpmıştı yüzüme. Celladım boğazıma dolamıştı ipi ve biliyordum ki bir anda çekmeyecekti. Yavaş yavaş, acıta acıta alacaktı canımı. Yine de küçük bir tebessüm kondurdum dudaklarıma. Sorun değil, dedim kendi kendime. Böyle olması gerekiyormuş, diyerek devam ettim içimden. Sahi, böyle mi olması gerekiyordu? Yirmi yıllık bir hayat mıydı bana layık görülen?
“Kayla, Korel geldi!” Annemin seslenmesiyle birlikte aklımdaki soru işaretlerini ve düşünceleri bir rafa kaldırdım. Sarsak adımlarım yavaşladı, kendinden emin atmaya başladı. Güçlü durmalıydım. Korel’e belli etmemeliydim, annemi daha fazla çöktürmemeliydim ve en önemlisi kendime eziyet edip son anlarımı bir işkenceye çevirmemeliydim. Bu bana hiçbir şey katmayacaktı, biliyordum.
Merdivenleri indim yavaş yavaş. Sırtımı dikleştirdim, saçlarımı ellerimle geriye doğru tararmış gibi yaparak parmaklarımla ittim. Derin derin nefesler alarak sakinleştirdim kendimi. Merdivenin son basamağına yaklaştığımda ise başımı kaldırdım. Görüş açıma ilk giren yüz Korel’in yüzü olurken annem ortalarda gözükmüyordu. Bizi yalnız bırakmak istemiş olmalıydı. Gözleri yüzümü talan ederken ona bakmaktan kaçındım. Yıllardır yaşadığım evin içini büyük bir dikkatle inceleye inceleye yürüdüm kapıya kadar. Aramızda beş adım kala adımlarım duraksadı. Gözlerimi gözlerine çevirdim.
“Hoş geldin.” dedim kısık sesimle. Evden çıt çıkmadığından dolayı sesimi rahat işitse de fazlasıyla çatallı ve fısıltıya yakın bir ses çıkmıştı dudaklarımın arasından. Başını salladı.
“Hoş bulduk.” Dudakları yeniden aralandı. Kapandı. Aralandı. Kendiyle bir savaş verdiği belliydi. Söylemek istediği şeyi söyleyemiyor gibi bir hâl vardı yüzünde. Ona zaman tanıdım. “Nasılsın?” diye sordu kendi içindeki karışıklığı bastırmaya çalışarak. Yüzüme ufak bir gülümseme yerleştirdim. Yalandan değildi, samimiydi. Kendim içindi bu gülümseme. Karşımdaki çocuk için, annem için, yaşadığım anılar ve yaşayacağım kısa zaman için…
“İyiyim. Toparlandım sayılır.”
“Yüzün hâlâ beyaz.” dedi hüzünlü bir tınıyla. Gözlerim gözlerine dolandı. Tüm duygularıyla baktı yüzüme. Endişe, korku, sevgi, aşk… Hepsi gözle görülebilir hâldeydi. Titrek bir nefes aldım belli etmek istemezcesine. Öyle sessiz, öyle gizli. “Beni korkuttun Papatya.”
“Biliyorum,” dedim aramızdaki uzaklığı birkaç adım atarak kapattığım esnada. Elim eline uzandı. Uzanan elimi yarı yolda karşıladı, avucunun içine hapsetti. Teninden yayılan sıcaklık, endişelerimi aldı. Rahat bir nefes aldım iki günün sonunda. Kaslarım gevşedi. Bir güven duygusu ele geçirdi bedenimi. Yavaşça elimin üstünü okşadı baş parmağıyla. “Bunu nasıl telafi edebilirim?” diye sordum muzip bir tınıda. Ortamdaki basık hava beni fazlasıyla germişti ve daha fazla bu hâlde, evimin ortasında bir duygu seli daha yaşamak istemiyordum.
“Hım…” dedi oyunuma ortak olarak. Bu, dudaklarıma ev sahipliği yapan gülümsememi genişletti. “Beraber güzel bir gün geçirirsek her şeyi unutacağıma inanıyorum.”
“Hım… Öyleyse unutman çok kolay olacak Korel Saygıner çünkü Kayla Eren size güzel bir gün geçirtmek için emrinize amade!” Neşeli tınım onun da modunu yükseltirken o güzel gülümsemesini sundu bana. İnci gibi dişleri dudaklarının ardından gözüktüğünde yüzüne baktım. İster istemez derince iç çektim bu hâline. O çok güzeldi. Kalbi, yüzü… her şeyiyle güzeldi, benimdi.
“O zaman haydi Kayla hanım, güzelce eğlenelim!” Yüzümdeki koca gülümsememle elini daha sıkı tuttum. Beyaz spor ayakkabılarımı giyip kapıyı araladığım esnada o da arkamdan geliyordu. Kendimi dışarı attım, Korel kapıyı kapattı. Bu süreç boyunca elimi bir an olsun bırakmamıştı. Beraber evimizin bahçesinden demir kapıya doğru adımladık. Korel öne atılıp kapıyı benim için açtığında bir tebessüm daha gönderdim ona. Demir kapı ardımızdan gürültüyle kapanırken Korel’in arabasına doğru ilerlettik adımlarımızı.
“Buyurun Papatya.” dedi Korel kapımı aralarken. Dudaklarımdan engel olamadığım bir kıkırtı kaçtı.
“Teşekkür ederim beyefendi.” diyerek oyununa ortak olup benim için araladığı kapıdan geçip koltuğa yerleştim. Korel gelmeden önceki olan yüklerim sanki gitmişlerdi sırtımdan. Evden çıktığımız anda hepsini orada bırakmış gibiydim. Derin bir nefes çektim içime. Nefes alabiliyordum. Sevdiğim adam yanımdaydı, birlikteydik ve bu günü beraber bitirecektik. Daha iyisi olabilir miydi? İyi olmamam imkânsızdı.
Korel de sürücü koltuğuna yerleştiğinde yolculuğumuz başlamıştı. Emniyet kemerimi taktıktan sonra bakışlarımı ona çevirdim. İki eli de direksiyondaydı. Pür dikkat yola bakıyordu.
“Yolculuk nereye?” diye sordum yan profilini incelediğim esnada. Bakışlarını saniyelik olarak bana çevirip yeniden önüne döndü.
“Ormana gidebiliriz diye düşündüm.” dedi direksiyonu tek eliyle çevirirken. “Temiz hava iyi gelir hem.” Onaylayan bir mırıltı çıkarıp yerime iyice yayıldım. Korel radyonun sesini açtı. Radyodan çıkan kısık müzik sesi doldurdu kulaklarımı. Can Ozan’ın Aşkın bu sarhoşluğu şarkısıydı. Deniz Tekin’le yaptıkları bir düetti. Can Ozan’ı Korel’le beraber sürekli dinlerdik. Bu ayrıntı güzel bir tebessümün dudaklarımda ev sahipliği yapmasına neden oldu.
“Ayrılık bir son değil acıtsa da
Sen hep aklımda kal ki
Kalbim hep sıcak olsun…”
Korel’in güzel sesini işittiğimde bakışlarım ona döndü. Yandan yandan bana bakıyordu yüzündeki eşsiz gülümsemesiyle.
“Ayrılık bir son tabii ki
Değilse neden ben oldum mağdur?
Ellerimden tuttun bir anlık
Durdu karanlık…”
Deniz Tekin’in söylediği kısım dudaklarımdan dökülürken gözlerim Korel’in yüzündeydi. Kalbim öylesine sıcak, öylesine sevgi doluydu. Bazen içimdeki bu aşk beni korkutuyordu. Her zerrem onun için çıldırıyordu. Onun sıcaklığı, kokusu, hissettirdiği güven, aşk… Tüm benliğim ona ait olmuştu sanki.
“Aşkın bu sarhoşluğu n’olur
İçimdeki boşluğu doldur…”
İçimdeki boşluğu dolduran oydu. Yıllardır içimde yeşeren her duygu ona aitti ve ondan başkasına da ait olacağını sanmıyordum. Bu yaşımda bu hisler fazla geliyordu vücuduma ama ne olursa olsun böyle hissetmekten kendimi alıkoyamıyordum. Belki bu hislerim bağlardı beni hayata. Belki de yine o olurdu beni celladımdan kurtaran.
Midemde hissettiğim kramplarla birlikte bir an nefesim kesilse de belli etmemeye çalışarak derin derin nefesler almaya çabaladım. Bir elim karnımı buldu, ağrısını geçirmek istercesine bastırdım. Bir yandan Korel’e çaktırmamaya çalışıyordum lakin ağrı gittikçe şiddetleniyordu.
“Ah!” Dudaklarımın arasından daha fazla tutamadığım inleme arabanın içini doldurdu. Korel’in gözleri endişeyle bana doğru döndüğünde ise çoktan arabayı sağ çekmişti.
“Ne oldu?” diye sordu endişeyle bana bakarken. Ona cevap veremeyecek kadar acı içindeydim. Ne olmuştu yine birdenbire? Ne kadar saklayabilecektim bu celladımı ondan?
Korel’in elleri saçlarımı buldu. Yüzüme düşen saçlarımı kulağımın arkasına ittiği esnada dolu gözlerimden bir yaş düştü. Yanağımdan boynuma süzüldü ve iki büklüm olduğum için düşen yaşım sol göğsüme doğru indi. Sanki o gözyaşı kalbime damlamıştı, tuzlu suyu yakmıştı içimi. Bir süre sonra acım yavaş yavaş dindiğinde sırtımı dikleştirip derin bir nefes aldım. Korel’in kahveleri dehşet içine yüzümde geziniyordu. Her zaman mutlulukla parlayan gözleri bu sefer korkuya ve endişeye ev sahipliği yapıyordu. Onu böyle görmek kalbimi sızlattı. Hastalığımı öğrense yıkılacaktı ve ben gözlerinde gördüğüm bu korkuyla harmanlanmış endişeyi görmek hiç mi hiç istemiyordum.
“Güzelim,” Büyük elini saçlarıma yasladı. Usul usul sevdi saçlarımı. “Neyin var?” Derince yutkundum. İnandırıcı olması için gözlerinin tam içine baktım.
Üzgünüm sevgilim, ben senin yıkılmanı göze alacak kadar cesur değilim.
“Daha tam toparlanamadım.” dedim büyük elini küçük avucuma hapsettiğim sırada. Avuç içini okşadım. “Bu zehirlenmede böyle mide kasılmaları oluyor.” Yutkundum. “Zehri atmaya çalışıyor vücudum, normal yani.” İkna olmamış gibi baksa da inanmaktan başka çaresi olmadığının farkındaydı.
“Peki o hâlde…” diye mırıldandı. “Şimdi nasılsın? Ağrı geçti mi?”
“Evet. Çok güçlü bir kramp girmişti mideme. Seni de endişelendirdim, üzgünüm.” Bakışlarımı kucağımdaki ellerime çevirdim. Bir eli hâlâ ellerimin arasındaydı. Boşta olan eli çeneme yaslandı. Başımı usulca yukarı kaldırdı. Mavilerim kahveleriyle iç içe geçtiğinde iç çekmeden edemedim. Kalbimden bir sıcaklık aktı onda doğru, sevgiyi iliklerime kadar hissettim.
“Özür dileme sevgilim, iyi ol. Bu benim için yeter.” Gülümsemeye zorladım kendimi oysa diyecek ne çok şeyim vardı. Yine özür dilemek istedim. Bu istediğini gerçekleştiremeyeceğim için, iyi olamayacağım ve günün birinde ondan çok uzağa gideceğim için ne kadar üzgün olduğumu haykırmak istedim. Ölmek istemediğimi, hayallerime veda etmenin ne kadar zor olduğunu, arkamda kalanlara ve kalacaklara binlerce kez onları ne kadar sevdiğimi ve özrümü dile getirmek istedim. Ama olmadı… Bunların hiçbiri dudaklarımda can bulup Korel’e ulaşmadı. İçimde sessizce attım çığlıklarımı ve kimse duymadı.
İçimdeki tüm karışıklığa rağmen güzel bir tebessüm sundum ona.
“İyiyim, öyle de olacağım.” Bu sözlerim üzerine o da gülümserken derin bir nefes aldım. Ellerini tenimden çekmeden önce yanağıma tüy kadar hafif bir öpücük kondurdu. Hemen ardından ise yeniden direksiyona yerleştirdi ellerini. Yola devam ettik. Tüm yolculuk boyunca Can Ozan’ın şarkılarını dinledik. Toprak Yağmura, Sar bu şehri, ağlat beni… Terapi gibi gelen birkaç dakikanın ardından ise ormana varmıştık. Ağrılarım şu anlık dinmişti ama kalbimin ağrısı… İşte o daha yeni başlıyordu.
Yolculuk boyunca üstümüzdeki o duygu selini atlatmıştık. Korel’in yüzü gülüyordu, mutlu gözüküyordu. Onu böyle görmek beni de mutlu ederken derince iç çektim. Yüzümüzdeki tebessümün hiç bitmemesini, hiç kaybolmamasını istedim fakat hayat benimle aynı fikirde değildi çünkü celladım ensemdeydi. Pelerinini takmış, bir adım gerimden geliyor, saklanıyordu. Herkesten gizliydi, içimdeydi, belki de her zerremdeydi. Bu bir kabulleniş miydi bilmiyordum ama arkamdaki celladın varlığını kabul ediyordum, hissediyordum. Benimle de çok kalmayacak, yanına alacaktı. Biliyordum.



İçimizden gecicek gibi geliyor
Yaaa ağlarım